Alaçko, sık sık ağlayan, mızmız çocuk anlamına geliyor. Oysa, Vasfettin Yağız’ın ilk kitabı ‘Alaçko’da, mızmızlanan bir çocukla değil, sözünü sakınmayan ama bunu yaparken de kırıp dökmeyen bir çocukla karşılaşıyoruz. “Beni, ‘melekler, köleler ve robotlar’ anlayamaz” dizesinde hiç ağlama tınısı yok. “tanrım kendine inandıramazsın beni” dizesinde de. Ancak; ister anlasınlar, ister anlamasınlar kayıtsızlığı ve inandırmak için boşuna kendini yorma çağrısı var. Bu umursamama hali de doğrudan verilen mesaj da bir reddiye en nihayetinde. Bir karşı duruş.
Kitabın ilk şiiri Seksek, başlangıç çizgisine basmadan okumaya başlayacağımız seksek karelerinden oluşuyor. Her kare, dünyanın bir renginin açılımı aslında. Rengin çoğulluğu yeryüzüyse, rengin bölünüşü savaştır. Kan ise rengin dış yüzüdür. İç yüzü açlık, yolculuğu göçtür. Rengin tekliği de ölümdür olsa olsa.
Rengin çoğulluğu olan Yeryüzü şiiri; “hep artık parça oğullar kızlar ve diğerleri” dizesiyle başlıyor. Çoğalma, parçalanmayı da beraberinde getiriyor, hatta kaçınılmaz kılıyor. Artık parça oğullar ve parça kızlar söz konusu. Diğerleri, yani geri kalan her şey de parçalar halinde! Artık yeryüzü, bütün parçalandığı için yeryüzüdür belki de. Rengin iç yüzü olan Açlık’ta ise “sımsıkı tuttuğum taş/ öpsem nefes alacak” dizeleriyle karşılaşıyoruz. Kafamıza takılan, ‘Öyleyse niye öpmüyorsun?’ sorusuna cevap iki dize sonra geliyor: “insan kalmanın zamanı var”. Sözü edilen, insan olmanın değil, insan kalmanın zamanı. Olmak ile olma halini sürdürmek arasında çok fark var. Daha ileri gidip şunu da söyleyebiliriz: Olmak mümkün, olduğumuz halde kalmanın ise imkanı yok. Aynı, “parça bilincinden bütünün/ kalmıyor olduğu gibi”. Parça bilinci; evet, bir bilinç halidir ancak bütünün kalmadığında ulaşılan bir bilinç hali! O halde, rengin içyüzü olan açlık, rengin çoğulluğu olan yeryüzünün bir sonucudur, diyebilir miyiz? Çoğulluk da oğulların, kızların ve diğerlerinin “parça” haline gelmesiyle mümkün olmamış mıydı zaten?
Seksek, “omur sorunları” ile devam ediyor. 1-C ile 7-C arasındaki seksek karelerinde, bu kez “Boyun omurgası” ile ilgili bir sorunsalı takip ediyoruz. Omurga burada bir metafor mu, yoksa gerçek bir sağlık sorununun şiire yansıması mı, bilmiyoruz. Ancak, omurga dışında, “dudakla yanağın birleştiği yerde yordadı acı” dizesinde olduğu gibi, yüzün farklı yerlerinde, hatta göğüste, sağ kulakçıktan sol kulakçığa doğru ilerleyen ağrılarla da karşılaşıyoruz şiirlerde. Ağrı, şiirin ana akslarından birini oluşturuyor. Aynı dil gibi (hem de her iki anlamıyla dil gibi), baba gibi, tren gibi…
TRENLERİN RAYDAN DÜŞÜŞÜ
“Gölgesi beni ikiye bölen bir ağ var odamın tavanında/ Bu annemin gökte bıraktığı boşlukla ilgili” diyen Vasfettin Yağız, sonra anneye pek dönmüyor. Gökteki boşluk olarak kalmış sanki anne. Ki, gök de şiir öznesinin odasının tavanı. Bunda bir sakınca yok; çünkü sürekli ikiye bölünen biri nasıl dönsün o tavana, o boşluğa, o ağa? Ancak baba, daha ön planda ve nerede bir gedik bulsa, sızıyor dizelerin arasına: “okuduğum ilk tarihi metinler/ babamın define haritaları/ altın tavuktu yumurta gümüş/ her gece yanlış umuttu.” Baba yanlış bir umudun simgesi. Sadece elindeki define haritaları yüzünden değil. Aynı zamanda “kendine küsmüş bir adam” olmasından dolayı. O yüzden de, “her gidişinde göç/ her gelişinde yıkım” oluyor. Kitabın İlk Seksek’inin beşinci karesine dönelim. Göç, rengin yolculuğuydu orada. “ses doğru yerinde/ insan değil” deniyordu şiirde. “yüzyılın ilk deminde/ akışkı bozuldu/ geçmiş ‘şimdi’ ve şimdi” dizeleri ise bize o kaçınılmaz sonu gösteriyor. Son dizedeki ilk “şimdi”nin tırnak içine alınmış olması tesadüf değil bence, önemli bir gösterge. Geçmişin aslında şimdi olduğunu imliyor. Ve ardından şimdi geliyor. Yani; şimdi olan geçmiş ve şimdi var sadece. Diğer bir söyleyişle, iki şimdi var. Gelecekten ise, zaten hiç bahsedilmiyor. Hepimiz biliyoruz ki şu anda gelecek yok.
“babam susunca/ pas geçiyorum mutluluğumu/ yalnız inanıp inanmadığım oluyor/ uzun anlatılara” dizeleri, doğrudan babadan kaynaklanan ancak bambaşka savrulmalara yol açan bir gerçekliği vurguluyor. Babanın suskunluğunun mutluluğu pas geçmeye neden olmasından daha önemlisi, uzun anlatılara inanıp inanmamaya yol açması. Ki, o uzun anlatılarda mitoloji vardır muhakkak, halk hikayeleri vardır, geleneği, töreyi oluşturan, toplumsal bilinçdışına yerleşmiş kalıplar vardır, hepsinden önemlisi dini doğmalar vardır. Yanılıyor olabilirim ama benim “uzun anlatılar”dan anladığım bu. Zaten suskunluğu böyle sonuçlar doğran baba da, “ismiyle müsemma” olmayan bir baba. Aynı “devlet-im” gibi!
Şairin ‘Acının Sistemik Dinamiğine Geri Bildirim’ adlı şiirinin ilk bölümünde bahsediliyordu okunan ilk tarihi metinlerin babanın define haritaları olduğundan. Aynı şiirin son bölümünde yer alan, “üstelik 8.05’te trenler kalkardı/ bir deri bir kemik/ bacak bacak üstüne” dizelerinin trenleri mi yoksa tren yolcularını mı imlediğini bir yana bıraksak bile, “bacak bacak üstüne atma” ediminin baba ile doğrudan bağlantısı olduğunu düşünmemiz için haklı gerekçelerimiz var. Baba, bizim toplumsal yapımızda, karşısında bacak bacak üstüne atılamayan bir öznedir çünkü. Ardından, ‘Sivil Tekmil’ adlı şiirdeki tren imgesinden birkaç dize sonra da birbirine bitişik olarak duran ayaklar giriyor devreye. “Kötü çarpıyor yüzüme trenlerin raydan düşüşü” dizesi, epey ilginç. Yüze çarpan trenler değil, trenlerin raydan düşüşü. Hızla yol alan değil, zaten raydan düşmüş olan trenler, daha doğrusu, o trenlerin düşüş hali çarpıyor şiir öznesinin yüzüne. Çarpma anında ayaklar hangi pozisyonda peki? Bitişik. Yani bacak bacak üstüne atılmamış bu kez.
KESİ YERİ KAPANMAMIŞ DİL KÖKÜ
“dili bulurum kesi yeri kapanmamış dil kökümü” dizesi, bir başka şiirdeki “dilin ön bölümünde ağrılar bir de tanımlanmış/ kırımlar var. on yılda bir eşit araklı./ tükenmemiş iltihaplar ihtimali…” dizeleriyle birlikte düşündüğümüzde, on yılda bir kırıma uğrayan, o yüzden de bir türlü kesi yeri kapanamayan, tam olarak iyileşemeyen bir “dil” problemiyle karşılaşıyoruz. Bunun hangi dil olduğunu tahmin etmek zor değil. Çünkü bu dizelerden önce, “keskin öksürüklere boğulursun/ çarpım sesinde uzamaya. eskimeye/ şiş ve kırmızı oluşundan devletin” dizeleri yer alıyor. Buna rağmen, burada bir metafor kaymasına, bağlamın aksamasına rastladığımızı da söylemek gerek. Dilin kesildiği yerin şiş ve kırmızı olması, kesinin getirdiği bir sonuçtur. Eğer on yılda bir dilin kırımına uğruyorsak, o bölgenin şişmesi ve kızarması nedeniyle devletin de bundan zarar gördüğü sonucu çıkıyor. Öyleyse dili kırıma uğratan kim ya da ne? Devlet bu kırımın sorumlusu değil de mağduru mu gerçekten?
Oysa başka bir şiirde, ‘Göstergenin Değişmezliği’nde, “içindeki sesleri son grevde tüketti/ yitiminden beri bu sesi/ kırık kendiliğinden dil kökü” dizeleriyle karşılaşıyoruz. Dil kökünün kırık olması, şiir öznesinin, içindeki sesi son grevde tüketmesi nedeniyle. Hatırlarsanız, baba susunca mutluluk da pas geçiliyordu. Susmak, önemli bir metafor Vasfettin Yağız’ın şiirlerinde. Ancak, hastalık, iltihap, dil kökünün kesilmesi, bundan dolayı oluşan şişlik, kızarıklık gibi kavramları gündelik dile, konuşulan dile bağlayarak bu bağlamda metaforlar oluşturmak, anlam kaymalarına yol açma riski taşıyan zorlu bir iş. Kaldı ki, küçük bir ihtimal de olsa, bu dizelerde metaforik bir anlatım olmadığı, şairin gerçekten de dil kavramını bir hastalığın, ona bağlı çekilen ağrıların ekseninde ele almış olma ihtimali de var. O zaman da, okurun algısının olmadık bir yere yönlendirilmesi söz konusu olur ki, bu, şiirsel bağlam konusunda daha başat bir sorunun varlığına işaret eder. Neyse, dili zorlamayın, gerektiğinde dil sizi zorlar zaten, diyerek bu bahsi kapatalım.
Vasfettin Yağız, ‘Alaçko’ ile dikkat çeken, kendine ait bir söylem oluşturan ve düşünsel altyapısı güçlü bir şiirle çıktı karşımıza. Bir dizesinde “sesli düşünen ölüyor” dediği halde, şiiri hakkında sesli düşünmeye teşvik etti bizi. Yolu açık olsun.